İçselleştiremediğimiz Dağcılık



Türkiye’de uygulanan dağcılığın, evrensel dağcılık ölçütleriyle karşılaştırılarak irdelenmesi, gereklilikten öte bir zorunluluk olarak algılanmalıdır. Çok ölümlü son dağcılık “kazaları”, bu kazaları takip eden tartışma ve gerginlikler, bu alanda eğitim süreciyle ilgili çok ciddi önlemlere ihtiyacımız olduğu gerçeğini bir kez daha acı bir biçimde bize hatırlatmıştır.
Dağcılığın gelişigüzel yayılmasıyla, ona ait kuralların ve etik değerlerin uygulanma ciddiyetinin büyük ölçüde azaldığını saptıyoruz. Yayılma arttıkça, kuralların uygulanmasındaki ihmallerin getirdiği acılı bedeller de artmaktadır. Dağcılıkla ilgili etik değerler, aynı zamanda sosyal olmanın da ölçütleri olduğu için önemsenmelidir ve eğitsel değeri öne çıkarılmalıdır. iyi dağcılığın içerdiği etik (moral, ahlaki) değerler örneğin;


Yüksek çevre bilincidir,
“Her ne olursa olsun zirve” hırsı ve coşkusunun kontrolüdür,
Başkalarıyla girişilen ölümcül bir rekabet yerine, kendisini aşmaya yönelik sağlıklı bir yarışma anlayışıdır,
Dağın sunduğu güzellikleri özümsemenin yanında, bilinen tehlikelerine karşı da saygılı ve dikkatli olmaktır,
Ekiple en üst düzeyde uyum ve dayanışmadır, bilgi ve deneyimden kaynaklanan bir özgüven duygusudur,
Kendi fiziksel ve ruhsal dayanma sınırının gerçekçi olarak saptanmasıdır,
Doğal koşullarla ilgili sinyalleri önceden sezebilmektir,
Dağın sunduğu coşkusallığı yaşamak, fakat aklın yaptırımını tercih etmektir,
Sevinci, acıyı, yükü paylaşmaktır,
Bildiklerini, deneyimlerini kendinden sonra gelenlere aktarmaktır...



Dağcının bu “olmazsa olmaz” özellikleri kazanması belli bir eğitim sürecini gerektirir. Bu süreç dağcının dağcılığı içselleştirmesi için de gereklidir. Gerçek dağcı içe dönük bir doygunluğa ulaşmak için başarmak ister. Dağcılığı özümsemiş dağcılar, zirveye ulaşmadaki başarıya veya başarısızlığa ait soruları aynı gönül rahatlığı ve dürüstlükle yanıtlarlar. Bu onlar için sportif vicdanın bir gereğidir. İzleyicisi, alkışlayanı olmadığı için “tribüne oynamak” gibi bir alışkanlıkları yoktur. Dağı, güzellikleriyle, faunası, florası ve kültürü ile bir bütün olarak algılarlar.
     
Zirveye çok az kalmışken geriye dönen, çok deneyimli onlarca dağcı tanıdım. Bunlardan birisi, Khan Tengri zirvesi tırmanışımızda karşımızdan gelen bir Amerikalı dağcıydı. Zirveye 100 metre kala geri dönmüştü. Yüzünde yenilgi, pişmanlık veya üzüntü çağrıştıran hiç bir belirti yoktu. Aksine, kendisiyle barışık, verdiği kararın doğruluğu ile övünen bir yüz ifadesi vardı. Yine de çekinerek sorduğumuzda, “Son 100 metre benim geri dönüş için gerekli gücümü tüketecekti ve hayatıma mal olacak bir kaza geçirme ihtimalim yüksekti. ”dedi. Bu dağcıya karşı derin bir saygı duydum. “Sınırlarını iyi tanıyan usta bir dağcı” dedim içimden.


Dışa vurumcu, üstünlük ispatı peşinde koşan, dağı yalnızca yenilmesi gereken bir rakip gibi gören sözde dağcılarda zirvenin “fethi” dışında kalan ilgiler zayıftır. Her şeye rağmen “fetih” hırsı dağcılıkta tehlike içeren yanlış bir ilgidir ve yukarıda sözünü ettiğimiz eğitim sürecinde önemle ele alınmalıdır.
Dağcılık, yaşadığımız, özümsediğimiz, içselleştirdiğimiz bir tutkudur. Bu tutkuyu 22 yıldır yaşıyorum. Bir dağcı kendi kendisiyle konuşursa neler söyler sorusuna yanıt vermek, bu yanıtı düşünce düzeyinden çıkarıp seslendirmek yerinde olacaktır.

Dağcılığı anlık değişkenlerle, inişli çıkışlı duygularla, dayanma gücünün esneyen, genleşen sınırlarıyla, bazen anlatılmaz bir doygunlukla yaşıyorum. Acılı, derin üzücü anlardan, mutlu, doygun anlara gidip gelerek, bazen uçurumun altında kıpırtısız bir bedene yaklaşıp ölümle tanışarak, kazayı ucuz atlatanlarla sevinip mutluluktan uçarak yaşıyorum. Elimle taktığım, çaktığım malzemeler ve düğümlediğim ipler beni hayata bağlıyor. Kendimle ve kurduğum sistemlerle yalnızım. Yaptığım veya yapmadığım her şeyin sorumluluğu bana ait. Sınırlarımı biliyorum. Tehlike anlarını yönetiyorum. Korku benim daha dikkatli olmamı sağlıyor. Yaşamla ölüm arasında zaman ve mekân olarak yaşadığım daralmaların, kıl payı incelmelerin bilincindeyim.
Dağ benim için içselleşmiş bir arkadaştır. Dağa saygı duyuyorum. Dağ beni sınıyor, gücümün sınırlarını  hatırlatıyor. Kendimi aşmak için içimdeki “ben” ile yarışıyorum. Hedefime ulaşıyorum, madalyamı kendim takıyorum, kendimi alkışlıyorum ve övüyorum. Rahatın değerini bilmek için zorluğu, sıcağı anlamak için soğuğu, varlığı bilmek için yokluğu yaşıyorum.


Zor karşısında yılgınlık derecemi bilmek, hayatın veya hayatların söz konusu olduğu bir durumda “ben” mi, “biz” mi sınavını kazanmak, dağda kazanılan sınavlarla kentteki zorlukları aşmak istiyorum. Dağda edindiğim terbiyeyi kentte kullanmak, dağdaki arkadaşlık ile kentteki arkadaşlığı değiştirmek, dağdaki paylaşma kültürünü kente taşımak istiyorum. Kentin aşağısı ile dağın yukarısını, kentin eksisi ile dağın artısını kaynaştırmak istiyorum. Dağcılar kentlidir zaten, kentliler de dağcı olsun istiyorum.


Yılmaz  SEVGÜL
Akdeniz. Üniv. Öğret. Gör.
Akut Antalya Temsilcisi


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Şehre Soru Sormak

Izmir'e Elveda

Yol Ayrımındaki Martı