Kutsal Dağlar Efsanevi Dağlar
“O yüksekliklere çıkanların
[...], hep orada kalmak istemesi, şaşırtmasın seni.”
Platon, Devlet, VII
İnsanoğlunun kafasını kurcalayan
şeyler arasında önemli bir yeri olmuştur dağın. Birçok din sisteminin merkezinde
değil midir? Çağrıştırdığı imgeler her bireyin bilinçaltına işlemiştir. Ama
bütün canlıların damarlarında akan ve her birimizde benzeri heyecanlar yaratan
kanın tersine, halkların çoğunun tanıyıp önünde saygıyla eğildiği kralın
tersine, dağ bütün uygarlıkların dikkatini aynı ölçüde çekmemiştir. Kimileri,
İsrail, Yunanistan, Çin, Japonya, Kamboçya ve Endonezya’da olduğu gibi,
öncelikli bir yer vermiştir ona. Kimilerindeyse, Eski Mısır’da, Almanlar ya da
Slavlarda olduğu gibi, daha geri plandadır...
Yine de, oralarda yaşayanların
içinde bile uyandırılmayı bekleyen bir “dağcı ruhu” vardır. Dağ perilerine
artık inanmıyor olsalar da, birçok çağdaşımızın içinde de uyur bu ruh. Elbette
bir patikanın dönüşünde, bir mağarada, keçilerini otlatan Pan’a ya da
yırtıcılarla birlikte dolaşan Artemis’e rastlayamayacağımızı biliriz ve
Tanrı’nın Musa’yla Sina’nın tepesinde konuştuğuna inanabilme fikri çoğumuzu
güldürür. Ama binlerce yıllık inanışlardan ne kadar sıyrılmış olabiliriz ki?
Kan, özü gereği çift yönlüdür:
Hem iyidir hem kötü, uğurlu ve uğursuz, arı ve bulanık. Kralınsa olumlu bir
değeri vardır. Dağ, her ikisinden de aşağı yukarı aynı uzaklıkta durur.
Kasvetli, olumsuz, korkutucu bir yanı vardır. Ortaya çıkışları kimi zaman
dehşet vericidir: toprak kaymaları, volkanlar, çığlar, heyelanlar ve bunların
getirebileceği fiziksel ve psikolojik zararlar. Vahşetin barınağıdır dağ, en
ham haliyle doğadır.
“Şiddet ve dehşet”, der
Lucretius, “baltalıklarda, dağlarda ve ormanların derinliklerinde kol gezer, bu
korkunç yerlerden kaçınmak da neredeyse her zaman bizim elimizdedir.” Dağa
çıkmak zordur ve zirvelere el değmemiştir. Ama yararları zararlarını çok geride
bırakır. Zirvelere yağmurlarla patlayan bulut kümeleri takılır; yağmur hayat
veren sulara dönüşür, seller ve ırmaklar akar yamaçlarda. Kalıcılığı,
dayanıklılığı ve kuvveti çağrıştırır dağ. Gözlerini yerden ayırabilen, ayakta
durabilen tek yaratık gibi, insan gibi, dikeylik idealini somutlaştırır.
Olağanüstü çıkışlarıyla bakışları ister istemez yukarı çeker: Şarap gibi sarhoş
eder ve bu sarhoşluk cinnete de götürebilir insanı, neşeye de. Hayatını
tehlikeye atan, iplere bağlı dağcı bilir bunu, ama neşesini tırmanmakta bulur.
Yazarların çoğu göklere
çıkarmıştır dağı, ya da onunla birlikte yaşadıkları serüvenleri aktarmışlardır.
“Dağlar, ey Pireneler, aşklarımsınız benim”, der eski bir Fransız şarkısı.
Herodotos’un Atlas betimlemeleri de “Daracık bir yükselti, yuvarlaklığı
kusursuz ve öyle yüksek ki, söylentiye bakılırsa seçilemiyor dorukları”. Eski
bir Japon şairin dizeleri de “Unibiyama dağında, gündüz vakti dalgalanır
bulutlar, tıpkı rüzgârın gelişini haber vermek üzere titreşen yapraklar”. Heine’nin
yinelenen haykırışları da “Göğüs kafesinin özgürce inip kalktığı, daha özgür
bir havanın estiği dağa çıkmak isterim”; “Yüksek tepelerdeki sarp kayalıklara,
dağa tırmanmak isterim”; “Yukarıda, olağanüstü güzellikteki doruklarda, en güzel
bakire oturmuş bekliyor” da bir o kadar heyecanlandırır beni.
İnler ve mağaralar, belli
ölçülerde dağın karşıtı gibi görünseler de, onunla ilişki içindedirler. “Doğal
oyuklar”, “doğal ve yapay oyuklar”, “derin çukurlar” –Larousse “in” ve “mağara”
maddeleri için bu tanımları verir– aslında yükseltilerde ya da yalıyarların
altındadır. Sıradağların ve sivri tepelerin yeraltındaki uzantıları ya da
bunların tersine imgeleri gibi ele alındığında, çoğu zaman, insanlar ve
hayvanların yükseklerde bulduğu tek ve vazgeçilmez barınağı simgelerler. Dağda
yaşanan birçok hadise, bir mağarada sahnelenir. Ermişin biri dağlarda
yalnızlığı, sertliği ve aşkınlığı arayacak olsa, bir mağaraya sığınır ve orada
engin deneyimleriyle konaklayabilir; böylelikle hem dağ adamı hem de mağara
adamı olabilir. Tanrılar ve şeytanlar, ayılar ve aslanlar, ölüler ve diriler de
zirveler ve oyuklarda dolanır.
Mağaranın çoğu zaman, aşılması
gereken, dağdan daha olumsuz bir görünümü vardır. “Mağaradaki dehşet verici
görüntüler üstüne ne söylenebilir?” diye sorar Euripides Kiklop’ta, İon’daysa
şöyle der: “Bu mağaraların utanç verici sırrını biliyorum.” Platon’un mağarası,
kaçınılması gereken bir cehalet, bir ıstırap, bir ceza yuvasıdır. Ama ışık da
alabilir, o vakit göz kamaştırır. Anne karnının bir imgesi olarak, bir doğuş ya
da daha çok bir yeniden doğuş güvencesidir, ama aynı zamanda, kışkırtıcı ve
tehlikeli dişi karnının uyandırdığı alışılageldik korkuyu getirir.
Modern Batı edebiyatının kutsal
dağlara görece çok az yer vermiş olması şaşırtıcı, oysa en azından Rousseau’dan
beri, edebiyat, dorukları alışılageldik manzaralarına dâhil etmiştir. Dante,
Goethe, kimi vakit Shakespeare ve Heine dışında başvurulabilecek çok az kaynak
var. Bu umursamazlığı atalarımızın üzerine mi yıkmalı, yoksa binaların, kayak
pistlerinin ve gece kulüplerinin dağların kutsallığını alıp götürdüğünü mü
düşünmeli. Bir tek gerçek dağ sakinlerinin folklorik gelenekleri, bir tek
gerçek dağcıların deneyimleri, batıl inançları ve sıkıntıları, neşeyi ve ruhun
heveslerini, dağınık bir biçimde de olsa aktarıyor.
Dağın verdiği başlıca derslerden
biri, ölümün bir başlangıcı belirlemesidir. Ölmüş ve yükseklerde doğmuş pek çok
insan, kahraman ve tanrı vardır. Böyle Çinlilere ve Hintlilere rastlanır,
ruhani bir biçimde Sina dağında doğmuş ve bedensel olarak Nebo’da ölmüş Musa
gibi İbraniler, ya da Herakles gibi gözünü Oeta tepesinde açmış ve kapamış
Yunanlar vardır. İçlerinden biri, Hıristiyanların Tanrı’nın Oğlu saydığı kişi,
bunun kusursuz ve bize çok yakın bir örneğini vermiştir, dünyadaki kısacık
yaşantısı Çarmıhın Golgotha’sı ve miladın yemliği arasında kayıtlıdır.
Jean-Paul Roux
Fransızcadan çeviren: Esra
Özdoğan

Yorumlar
Yorum Gönder