Rusça yazamadığım için...

Kendi Canlarıyla Düello Edenler

  Birçok yazar var Rusça orijinalini okuyabilmeyi dilediğim. Ama en çok Puşkin. Onun için “Rus ruhu, Rus dili, Rus kişiliği” demişti Gogol
  Romanlarımı neden İngilizce yazdığımı soranlara, bazen şöyle cevap veresim geliyor: “Rusça yazamadığım için...” Ne çok isterdim Türkçe’nin yanı sıra Rusça hayal kurabilmeyi, hikâye yazabilmeyi. Ama galiba esas bu dilde şiir ve roman okuyabilmeyi. Şu hayatta duyar duymaz akışına kapıldığım, kelimelerinin içeriğini bilmeden ritmini, enerjisini, müziğini sevdiğim dillerin başında gelir Rusça. Siz hiç aldattığı karısından af dilemeye çalışan yarı sarhoş, çokça pişman bir Rus’tan Puşkin dinlediniz mi? Ben böyle bir sahneye denk geldim. Kadın masanın bir ucunda, hiç oralı olmadan sigarasını içiyor; adam masanın öteki ucunda, muazzam bir hafızayla, dizeler, sayfalar boyu şiir döktürüyor. Aralarında tabaklar, bardaklar, el değmeden öylece soğuyan yemekler... Merak ederim hep ne oldu o akşamın sonunda. Kadın affetti mi adamı, döndü mü ona? Yoksa tek başına mı devam etti yoluna? Ve hayatlarının bir sonraki evresini çizerlerken Puşkin, az da olsa bir rol oynadı mı acaba? Birçok yazar var Rusça orijinalini okuyabilmeyi dilediğim. Ama en çok Puşkin. En çok o. Onun için “Rus ruhu, Rus dili, Rus kişiliği” demişti Gogol. Gerçi hiçbir erkek yazar ya da hiçbir erkek eleştirmen, tutup da bir kadın şair için böylesine cömert övgülerde bulunmadı, bulunmaz, onu da biliyorum ya. Erkeklere özgüdür bu tür dilsel payeler bahşetmek. Gene de kelimelerinin cazibesine kapılmamak ne mümkün Puşkin’in. Bir şiirinde “Ey şair” diye seslenmişti kendinden sonra gelecek olan kelimeşinaslara. “Değer verme sen sevgisine halkın.” Çünkü geçiciydi, güvenilmezdi halkın takdiri. Püf diye uçuverirdi, bugün var yarın yok; rüzgârla gidiverirdi, hiçbir yere bağlanmamış bir uçurtma misali. İltifatlar, takdirler, beğeniler... Hepsi yalan, hepsi sahteydi. “Sen çarsın” dedi Puşkin kafasındaki hayali şaire. “Okurların sevgisine ihtiyacın yok.” Şair dediğin çardı madem, bir çar gibi yalnız olmalıydı. Herkesin ve her şeyin üstünde.
  Yirmi yaşındaydım bu satırları ilk defa okuduğumda. Bir yanım coştu, katildi hemen. “Öyle ya, ben çarım, mademki yazarlığa sevdalıyım” dedi. “İhtiyacım yok okurun beğenisine, sevgisine, takdirine.” “Kimseden ödül bekleme” diyordu Puşkin. Eğer sanatçıysan, eğer hayaller kuruyorsan, kelimelerden kaleler, dizelerden şehirler kuruyorsan, kimseden ödül almayı umma. O kalelerde, şatolarda yasa tek başına. Ve ekliyordu ardından: “En yüce yargıcın sensin!” Ne var ki yüreğimin öteki yarısı usulca uyardı beni: “Çar dediğin ne kadar üst bir mertebe. Ne demek ‘yüce yargıç’? Yazarları, şairleri tepelerden tepelere koymak neden? Hele ki Rusya gibi, Türkiye gibi değişim rüzgârlarının elit kesimler tarafından ve genelde tepeden getirildiği diyarlarda, aman Elif sen sen ol kapılma bu üsluba. Kendini yüce dağlardan yüce sanma.” Öyle dedi içimdeki ses. Ve ben bölündüm ikiye, üçe, beşe. Bölündüm çoğul kişiliklere. Puşkin’i seven ve Puşkin’i eleştiren yanım birbirine girdi. Ama Puşkin’e olan ilgim hiç dinmedi. Sene 1837, aylardan şubattı. Henüz 37 yaşındaydı Puşkin. Bedeninde kurşun yarası. Rus edebiyatının bu koca feneri, eşsiz ferdi hayata gözlerini yumdu. Hem de bir düello sonucu. “Onur”una düşkündü Puşkin. Hayatı boyunca en az otuz tane düelloya girmesi bu sebepten. Yaralandı, ölümlerden döndü, ölümüne yaraladı, badireler atlattı. Otuzuncu düello sonu oldu. Şayet o gün ölmeseydi bir başka sefer öldürülecekti muhtemelen. Çünkü bağımlıydı, tehlike bağımlısı. Hep ondan geldi düello teklifleri, halbuki bu tarz sokak kapışmaları o dönemde artık yasaklanmıştı. Israrla çatışmak isteyen oydu hep. Ölümüne susamışçasına yaşadı kana kana. İnadına. Bodosloma. Romantik dizeler yazıp can pazarında kendini ve aşkını satılığa çıkararak. Tezatlarla. Görünüşte bir sebebi vardı düello için. Ne de olsa güzel, çekici, biraz da yaramaz bir kadınla evliydi. Ona yan gözle bakıldığını bahane ederek çıkaramayacağı bela yoktu. Ama karısı da “namusu” da sudan gerekçelerdi muhtemelen. Birçok yazar gibi, şair gibi, Puşkin de en çok kendi canıyla, kendi ruhuyla dalaşmaktaydı.
  Hans Fallada, 20. yüzyıl Alman edebiyatın en sıradışı kalemlerinden. Henüz 19 yaşındayken feci bir düelloya girdi. Oysa her şey bir mizansenden ibaretti. Silahını doğrulttuğu adama âşıktı. Hem de körkütük. O da onu seviyordu. Eşcinselliğin korkunç bir günah addedildiği çevrelerden geliyordu ikisi de. Beraber yaşayamayacaklarını anlayınca beraber intihar etmeye karar verdiler. Ama sonlarının “intihar” olduğu ortaya çıkarsa, eşcinsellikleri de bilinecekti muhtemelen. Aileleri utanacaktı o zaman. Üstelik intihar da günah addediliyordu. Sonunda çareyi bir düello sahnesi yaratmakta buldular. Böylece birbirlerini öldürecek, kimse bir şey anlamadan bu âlemden yan yana ayrılacaklardı. Yaptılar da. Aynı anda ateş aldı silahları. Ne var ki âşığı oracıkta can verirken, Hans Fallada ağır yaralı olarak kurtulmayı başardı. İyileştikten sonra kendini edebiyata verdi, romanlara. Hep yazdı. Yalnızlığını bir lanet gibi değil, külfet gibi değil, bilinmeyen bir nimet gibi omuzlarında taşıdı. Bir düello halindeyim nicedir. Kendimle. Ben ve ben. Aklım ve yüreğim. Güneş yanım ve ay yanım. Gündüzüm ve gecem. Sokak başlarında dikiliyoruz. Kılıçları çekmeden, ilk hamleyi yapmadan evvelki o sessizlikte duruyoruz kıpırtısız. Ben ve ben...

Elif ŞAFAK
12 Şubat 2012 Pazar, 14:02:08Güncelleme: 14:04:54 (Habertürk gazetesi)




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bu Sefer Lviv Dedik

Malzeme Kontrol Çizelgesi

Medea Heykeli