Gürcistan ikinci Bölüm Yukarı Svaneti




Cemil Meriç “Kelimeleşmeyen zevk-i tahattur bir rüya kadar soluk ve fani” der. Yani kelimelere, yazıya dökülmeyen anılar, hatıralar ve bunları hatırlamanın ve hatırlatmanın zevki bir rüya gibi gittikçe soluklaşır, silinir gider ve sonunda yok olur. İşte bu duruma düşmemek için güzel dostlarla ve doğa ile paylaşılan anları yazıya döküyorum.



Bir gün Batum’da geceledikten sonra ertesi gün sabah erkenden yollara düştük. Yaklaşık sekiz saat sürecek olan Mestia yolculuğumuza başladık. Yol bir süre sahil şeridinde devam etti. Bir Akdeniz kıyı şeridi havası vardı. Her ne kadar evler çok kırık dökük olsa da sahil şeritlerinin daimi görüntüsü olan küçük cafeler, restoranlar yol boyu sıralanıyordu. Denize gelip giden insanlar, denizde yüzenler ve güneşlenenler oldukça kalabalıktı. Batum oldukça uzun bir sahil şeridine sahip. Burası Gürcistan’ın Acara özerk bölgesi.  

Batum’dan Poti’ye kadar sahil şeridinden devam ettikten sonra Poti’den sonra önce doğuya Senaki’ye doğru ilerledik, daha sonra ise yönümüzü kuzeye çevirdik. Büyük bir şehir olan Zugdidi’den sonra kısmen daha dar olan çift yönlü İnguri (Jvari) barajı-Mestia yoluna girdik. Artık yönümüz Kafkaslar ve Yukarı Svanetiya bölgesiydi.

Önce Rioni nehri kenarında bir mola verdik, bol şekerli Türk kahvesi içtik. Bu bölgelerde siz özellikle belirtmezseniz kahvenizi çok şekerli getiriyorlar ve kahveyi aşağı yukarı bizim gibi pişiriyorlar.





Daha sonra ise Mestia’ya yaklaşık iki saat mesafede bir lokanta’da mola verdik. Ben Hınkali yedim. Bazı arkadaşlar Megrel haçapurisi yedi. Hınkali bir porsiyonda dört büyük mantıdan oluşuyordu ve benim için oldukça ağır bir yemekti. Sonradan herkesin midesi bozulunca herkes için ağır olduğu anlaşıldı. Yeri gelmişken değinmek istiyorum. Gürcistan’da bütün yemeklerde yoğun olarak toz kişniş ve salatalarda yeşil kişniş kullanılıyor. Biz lezzet olarak çok alışkın değiliz. Çoğunluğun midesi bozuldu ve ağır bir ishal dönemi geçirdi.



Alıonmak istenen bir bidon ev yapımı şarabın bidonunun değil, sadece bir litresinin yedi lari olduğu anlaşılınca fotoğraflarda hatırası kaldı.





Dünyanın en derin barajları arasında yer alan Enguri veya İnguri barajı 271,5 metre derinliği ile dünyada dördüncü sıradadır. Birinci sırada Tacikistan’daki Nurek Barajı bulunmaktadır. Derinliği 300 metredir. Türkiye’deki Deriner barajı ise 249 metre ile 11. sıradadır. Abhazya ve Gürcistan arasında sınır oluşturur. Üzerindeki geçiş noktasında Gürcü ve Abhaz askerleri bulunmaktadır. Ayrıca ikisi arasında çatışma çıkmaması için Rus askerleri bulunmaktadır.
Bir ara not: Abhazya ve Güney Osetya, 1990'lı yılların başında Gürcistan'dan tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan etmişti. Gürcistan, 8 Ağustos 2008'de Güney Osetya'da askeri operasyon başlatmış ve çok sayıda sivilin hayatını kaybettiği operasyonda başkent Şinvali de büyük zarar görmüştü. Bölgeye askeri birliklerini gönderen Rusya, 5 gün süren çatışmalar sonucunda Gürcü birliklerini püskürtmeyi başarmıştı. Rusya yönetimi, çatışmaların ardından 26 Ağustos'ta Abhazya ve Güney Osetya'nın bağımsızlığını resmen tanımıştı. Başta Birleşmiş milletler ve diğer uluslar arası kuruluşların hiçbirinin tanımadığı ve Gürcistan’ın birer parçası saydıkları bu iki devleti bugüne kadar Rusya, Nikaragua, Venezuela, Nauru, Vanuatu ve Tuvalu devletleri tanımıştır.



 


Artık yavaş yavaş Svaneti bölgesine giriyorduk. Yüksek dağlar, derin vadiler ve çağıldayarak akan nehirler, çaylar dereler küçük şelaleler. Ufak ufak karlı dağlar ufukta görülüyordu. Artık tek yoldaşımız Enguri nehriydi. Zaman zaman birbirimize yaklaşıyor; zaman zaman uzaklaşıyorduk. Bazen derin vadilere saklanıyor, bazen cömertçe ya kendisini ya da sesini bahşediyordu. Yıllar önce Puşkin’den çevirdiğim bir şiir aklıma geldi. Tam yeri geldi sanıyorum. İlk çevirimi biraz daha sadeleştirerek ve Aragva yerine Enguri koyarak hayal ediyorum.


Gürcistan tepelerinde gece karanlığı var.
Aragva önümde çağlar.
Bana her şey hüzünlü ve kolay
Benim hüznüm apaçık
Seninle dolu hüznüm.
Harika anları hatırlıyorum
Gözlerimin önündesin
Bir hayal gibi gelip geçici
Saf güzelliğin kahramanı gibi
Ümitsiz, karanlıklarında hüznün
Gürültülü telaşından uzak koşturmaların
Bir ses çınladı yumuşak, kulağımda uzun süre
Ve harika güzelliğin önünde gözümün.

Buralar binlerce yıl hiçbir kavim, hiçbir millet tarafından girilemeyen Svanların ülkesiydi. Ancak çarlığın son dönemlerinde ve 1917 devriminden sonra Sovyetlerin girebildiği bir bölgeydi. Karışıksız, katışıksız bir halktı.



      

Becho kasabasının yanından geçerken cadılar cadısı, fırtına ve kötü hava cadısı Uşba’yı görmek istedik, ancak göremedik. Vuslat daha sonraya kaldı.

Ve nihayet, uzun bir yolculuğun sonunda dört gece konaklayacağımız Mestia’ya ulaştık. Şehre yaklaşır yaklaşmaz Svan kuleleri karşımızda yükseldi. Svanlar hakkında biraz bilgi sanırım faydalı olacaktır.





   Gürcistan’ın kuzeyinde yer alan tarihi Yukarı Svaneti Bölgesi, batıdan Abhazya, kuzeyden Rusya, güneyden de Megrelya ve Aşağı Svaneti ile çevrilidir.

   Eski çağlarda Svaneti, önce Kolkhis Krallığının, ardından Kolkhis Krallığının mirasçısı olan Lazika devletinin sınırları içinde yer alıyordu. İS 552’de Lazika savaşında Svanlar Perslere kafa tutup üzerlerine gittiler. Bizans ve Pers İmparatorluğu’nun Lazika topraklarını ele geçirme mücadelesine Svaneti de sahne oldu ve bölge, İS 562’de savaşın sona ermesinin ardından yeniden Lazika’nın bir parçası olarak kaldı. Daha sonra Abhazya Prensliği, 11. yüzyılda Kartli Krallığı içinde yer aldı. Svaneti, prens tarafından yönetilen “saeristavo” haline geldi. Gürcistan’a “altın çağı”nı yaşatan Kraliçe Tamar (1184-1213) döneminde Svaneti Hıristiyan kültürü hızla yayıldı. Svanlar Tamar’ı adeta bir tanrıça saymışlardı. Efsaneye göre Tamar her yıl Svaneti’yi ziyaret etmiştir.
   Moğollar Gürcistan’ı istila etmesine karşın, hiçbir zaman Svaneti’ye ulaşamadılar. Bölgenin dağlık yapısı, rakımının yüksek olması, halkın derin vadiler içinde yaşaması Svaneti’yi istilacılardan halkı korumuştur. 1460’larda Kartli krallığından kopan Svaneti, bir prenslik olarak siyasal varlığını sürdürdü. Aşağı Svaneti, zaman zaman Megrel prenslerinin denetimine geçti. Svaneti prensi Tsiok Dadeşheliani 1833’te Rusya’nın korumasına girdi, ama Rusya 1857’de bölgeyi ilhak etti ve prensliğe son verdi. Rusya, 1875’te ağır vergi koyunca, bölge halkı ayaklandı. Rusya, askerlerini buraya göndererek ayaklanmayı kanlı biçimde bastırdı. Ruslar Kutaisi genel valiliğini kurarak Svaneti bölgesini ikiye ayırdılar: Mestia ve Lentehi. Svanlar, 1922-1924 arasında Bolşeviklere karşı da savaştılar.

   Bölge neredeyse hiç işgale uğramamasına rağmen bu kuleler niçin yapılmıştır? Svanlar dağlı bir toplum olup, tavırları kaba ve hoyrattır. Arazi ve iklim şartları bu insanların kaya gibi sert ve kavgacı bir karaktere sahip olmalarına yol açmıştır. Toplum olarak yağmacıdırlar. Sık sık kaf dağının güney yüzündeki halklara ( Kabardin ve Balkarlar) baskınlar yaparak mallarını yağmalarlardı. Günümüzde bu tür eşkıyalık yoktur, tam tersi hırsızlığa karşı hiç hoşgörüleri yoktur. Kavga konusunda aynısını söyleyemeyeceğim.


   Svaneti, 3.000-5.000 metre yüksekliklerde, Avrupa’nın en yüksek yerleşim bölgesidir. Kafkas Dağları’nın en yüksek on tepesi burada yer alır. Gürcistan’ın en yüksek dağı olan Şhara (5.201 m), Svaneti’dedir. Diğer zirveler Tetnuldi (4.974 m), Şota Rustaveli (4.960 m), Uşba (4.710 m ) ve Ailama’dır (4.525 m).
  

   Kalacağımız otel olan Riverside Mestia’ya yerleştik. Otel odaları geniş, hemen yanından coşkulu bir sesle Enguri nehri akıyor. Henüz yarım saat geçmemişti ki Yücel “Ooo, bir araç elektrik tellerini koparıyor demeye kalmadı, o anda telefonları elinde bir wi-fi bulmanın heyecanı ile kendilerinden geçmiş olan arkadaşların hevesleri kursaklarında kaldı. Elektrik gitti ve ellerimiz bomboş kaldı. Daha bunun şokunu atlatmadan sokaktan gürültüler geldiğini duyduk. Birileri birilerini dövüyor, kadınlar çığlık çığlığa bağırıyorlardı. Svanların kavgacı ruhu hala yaşıyordu, buna bire bir şahit olduk. Sonra anladık ki dövenler bizim otel sahibi ve akrabalarıymış, Yücel’in söylediğine göre bizim otel sahibi Laşa’nın yumruk attığı adam 10 metre öteye fırlamış. Laşa yaklaşık 1.90 m. Boyunda ve 150 Kg. Civarında. Sıkıysa hesaba itiraz et bakalım. Allah’tan hesap kitap işlerine eşi Lela ( Türkçedeki Leyla gibi söyleniyor, “y” sesi yerine “e” sesi biraz daha uzatılıyor. Sondaki “a” da yumuşak.) bakıyor. Aklı başında, sakin, halim selim bir kadın. Laşa ne yapıyor? Laşa sabah akşam ya otel lobisinde, çoğunlukla nehir kenarındaki sundurmanın altında dost ve akrabalarıyla bira içip, muhabbet ediyor.

   Mutfakta iki kadın çalışıyor ve yemekleri hazırlıyorlar. Görüntü olarak yemekler ve sofra çok iştah açıcı görünüyor. Özellikle çorba dedikleri ki birinci gün akşam borç çorbası vardı. Ben iki gün boyunca gayet iştahlı yedim. Bu arada birkaç arkadaşın mideleri bozuldu. Son güne geldiğimizde sevgili Memduh, eşi Volga ve gezenti hemşire Selda’dan başka herkesin midesi bozulmuştu. Neredeyse hiç yemek yemiyorduk. Dönünce tartıldım 1.5 kilo vermişim. Zayıflamak isteyenler, boş yere işkence çekmeyin, paranızı çöpe atmayın. On günlük bir Gürcistan turu ayarlayın; hem tatil yapın hem kilo verin. Bu konuda en deneyimli arkadaşımız Özlem’dir. Ondan bilgi alabilirsiniz. Kahvaltılar fena değil, ekmekler lezzetli, değil mi Özlem kardeşim?

   İsimlerini neden öğrenmedim, bilmiyorum. Öğrenen varsa yorumlarda yazabilir. Soldaki sarışın arkadaşımız bu kadar çay içmemize çok şaşırıyordu. Sonra o unutulmaz repliği buldu.”Çay, çay, çay, süppır çay!!!”




   Mestia bir dağcı kasabası sayılabilir, özellikle akşamları bütün cafeler gençlerle dolu oluyor. Geceleri kuleler ışıklandırılıyor. Akşam şehre çıktık ve dolaştık. Güzel bir akşamdı.
Sokaklarda insanlar kadar inekler de özgürce dolaşıyorlar. Hiç kimse, sürücüler dahi tepki göstermiyor. Daha sonra tanışacağımız şoför Maho’ya sorduğumda “Burası küçük bir yer ve etrafı dağlarla çevrili küçük bir hapishane gibi; bizim nasıl gezmeye ihtiyacımız varsa onların da var” demişti. Günün her saatinde yollarda inekleri görmek mümkün.








Mestia’da İkinci Gün:

   Yolumuz bugün Chalaadi (Çaladi) buzulu.
   Sabah kahvaltısını yaptık ve kendi aracımızla yaklaşık 30 dakikalık bir yürüyüşten sonra 1680 metre rakımlı noktaya vardık. Yol çalışmaları vardı. Yolun sağında küçük bir cafe var. Çantalarımızı aldık ve asma bir köprüden Mestiaçala nehrinin kuzeyine geçerek yürüyüşe başladık.
   Başlangıçta ormanlık alanda devam eden yürüyüşümüz daha sonra kayalık bir vadinin içinde devam etti. Burası Çaladi vadisi.
   3 kilometrelik yolu yaklaşık 2 saatlik bir yürüyüşle tamamladık. 240 metre yükselerek 1920 metrede buzula ulaşıyoruz. Yol boyunca Yücel vadi oluşumları ve buzullar hakkında bilgi verdi. 


Yürüyüş yolun hemen başında bir asma köprü geçişi ile başlıyor.


     Hayatımda bu kadar çok çağıldayarak akan dere çay nehir görmedim ve su sesi duymadım. Eğimden dolayı hiç ılımlı akan su yok.
 


       Yürüyüş çoğunlukla orman içinde ve çağıldayarak akan nehrin sağ tarafından devam ediyor.





       Buzula yaklaştıkça orman ve ağaç bitiyor. Kayalık bir arazide ilerliyoruz.





Buzulun son yıllarda çok hızlı eridiğini ve erime hızının yıllık 50-100 metre arasında olduğunu söyledim. Bazı kaynaklar son iki yılda 250-300 metre çekildiğini söylüyor. Kaynaklar çok güvenilir değil ama rakamlar zaten oldukça çarpıcı. Buzula eriştiğimizde biz de bu durumu çarpıcı olarak gözlemledik. Biraz da gece gündüz ısı farkının etkisiyle buzulun üzerindeki toprak gevşiyor. Toprak ve kayalar sık sık buzulun altından doğan nehre düşüyor. Buzulun üst kısmı birçok noktadan bir çeşme gibi eriyerek akıyor.



  



Dönüşte köprünün yanındaki cafede küçük bir mola verdik ve bir şeyler içtik. Genç çalışanı ile sohbet ettik.

     



Aynı yoldan geri otelimize döndük. Öğleden sonra planımızda Hatsvali kayak merkezine çıkmak ve büyük Kafkas dağlarının doyumsuz güzelliklerini seyretmek vardı. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Kayak merkezine çıkaracak olan teleferik arıza yapmıştı. Şansımızı ayrılmadan önce son gün bir kez daha denedik, ancak arıza giderilememişti. Uşba’nın ve diğer dağların güzelliğini görmek belki de bir başka bahara kaldı.
Dönüş esnasında araçtan indik, yürüyerek aşağıya inerken Kafkasların yoğun aromalı minnacık dağ çileklerinden yedik, biraz aşağıdan da olsa bol bol Uşba’yı fotoğrafladık.







Şehir merkezine yakın bir kiliseyi fotoğrafladık.




            Azize Nino Kapadokyalı bizim topraklardan, Aziz Georgi ile birlikte ki o da bizden, o da Kapadokyalı. Kapadokya Gürcüler için kutsal topraklar.

              Efsaneye göre, dördüncü yüzyılda Hz. Meryem, Hristiyanlığın öğretilerini Gürcistan’da yaymaya çalışan Kapadokyalı kadın Aziz Nino’ya, eğik kolları olan Grapevine/Aziz Nino Haçı’nı verdi. Bir başka rivayete göre asma dallarını kendi saçlarıyla bağlayarak bir haç yapar. Asma dallarının ucu aşağıya doğru eğik olduğundan bugün Gürcistan'da kullanılan haçların uçları yere doğru eğiktir. Haç bugün Gürcistan Ortodoks Kilisesi’nin en büyük sembollerinden biri. Aziz Nino Haçı, Gürcistan’ın başkenti Tiflis’teki Sioni Katedrali’ne ulaşana kadar birçok ülke dolaştı.

Gürcülerin dinle ilişkisi hakkında bir şeyler yazmak istiyorum.

Kartli tahtında oturan Mirian (265-342), çok tanrılı Gürcü inancını bırakarak, 20 Temmuz 317 tarihinde Hıristiyanlığı kabul etmiştir. İlk dönemde Totemizm ve Natürizm izleri taşıyan geleneksel Gürcü inancı tarihi süreç içerisinde politeist bir karakter kazanmıştır. Gürcistan tarihi coğrafyasının ilk çağlardan itibaren doğu ve batı olarak ayrılması her iki bölgede farklı kültür ve din anlayışlarının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Özellikle bu farklılık Gürcülerin evrensel dinlerle temas ettiklerinde açıkça ortaya çıkmıştır. Kilisenin 1054’de ikiye ayrılması döneminde Batı Gürcistan’da genelde Katolik kilisesi, Doğu Gürcistan’da ise daha çok Ortodoks kilisesi ve az da olsa Monofizit kiliseler etkili olmuştur. Fakat Ortodoks kilisesinin Katolik ve Monofizitlere karşı yoğun baskısı, Gürcüler arasında Ortodoks mezhebinin daha yaygın olmasını sağlamıştır.

Sokaklarda gezerken çok sayıda papaz gördük. Günlük yaşantının her alanında bir papazla karşılaşmak mümkün. Çarşıda, pazarda, doğa yürüyüşünde, bir trafik kazasında; sakız çiğnerken, yolda meyve yerken, arkadaşlarıyla muhabbet ederken.

Trafik kazası derken, Uşguli’ye giderken bir trafik kazası gördük. Yol kenarına on civarında araç sıralanmıştı. Bizim 4x4 şoförü Maho ne olduğunu sordu. Yolun sağ tarafında metrelerce derinlikte bir uçurum ve nihayetinde de kuvvetli akıntısı olan bir nehir vardı. Kurtarma ekipleri araca ulaşmış, ancak iki kişi oldukları tahmin edilen kazazedeler bulunamamıştı. Bir çok ülkede olduğu gibi Gürcistan’da da ölümlü kazalarda, kaza yapılan yere bir haç dikiliyor veya bir direğin ucuna kuş kafesi gibi ön tarafı açık bir kutu konuyor, İçine de ekmek ve şarap konuluyor.


Şoför Maho’da böyle bir haç gördüğünde aracı sağa çekti, dua edip, haç çıkardı. Bir yerde daha gördüğünde durmadı, sadece haç çıkardı.




 

   Kraliçe Tamar (Türkçe ve Rusçadaki söylenişi ile Tamara) Gürcistan birleşik Krallığına en şatafatlı dönemini yaşatmıştır. Mestia merkezinde kraliçe Tamar’a ait bu heykel bulunmaktadır. Kim olduğunu bilmediğimiz için yaşlı bir teyzeye heykelin kime ait olduğunu sorduk. Kraliçe Tamar’a ait olduğunu söyledi. “Hoşunuza gidiyor mu?” Diye sorduğumda “Hayır” diye cevap verdi. “Hangisi, heykel mi, Kraliçe mi?” dediğimde, “her ikisi de hoşuma gitmiyor.” “Kraliçe Tamar çok güzel bir kadındı, bir de şu heykeldeki kadına bakın” dedi,ancak kraliçeden neden hoşlanmadığını söylemedi. Yavaş, yavaş söylenerek uzaklaştı. Seviyorum yerel halkla, özellikle yaşlılarla konuşmayı. Hem daha konuşkan oluyorlar, hem daha kültürlü hem de Rusçayı çok daha iyi konuşuyorlar. Biz de heykelden pek hoşlanmadık, ancak Ayda hanımın çok hoşuna gitti. Sanatçının hali bir başka oluyor. Sanatçı gözü farklı bir şey.

   Kraliçe Tamar’ın bir de Gürcü şair ve yazar Şota Rustaveli ile söylenceleri var. Onu da meraklı arkadaşlar araştırıp okusunlar. Yoksa bir kitap yazmam gerekecek.
   Sonra gece dolaştığımız sokakları bir de gündüz dolaştık. Kuleleri yakından inceledik.

   Binalar başlıca iki kısımdan oluşuyordu: biri murkvam denilen gözcü kulesi, diğeri de ona bitişik olan ve kor denilen ev. Kor’un zemin katında bulunan şömine, evin ısı ve ışık kaynağıydı. Göze çarpan başka bir şey de evin reisinin oturduğu büyük ahşap koltuktu. Evin reisi karısının, oğullarının ve gelinlerinin bulunduğu aileyi yönetirdi. Ev işleri dönüşümlü olarak kadınlar tarafından yapılırdı. Bu işler arasında tahıl öğütmek, ekmek yapmak, evi temizlemek, hayvanları beslemek ve sönmemesi için şömineye odun atmak vardı.

   Kulelerden birine kişi başı iki lari ödeyerek çıktık. Sanmayın ki içinde düzgün merdivenler var. Yaklaşık 5 metre yukarıdaki tavanda, bir insanın ancak sığacağı bir deliğe ahşap kötü tahtalardan yapılmış bir merdiven dayanmış. Merdivenlerin bazı basamaklarındaki tahtalar kırılmış, kimisi hiç yok. Kimisinde iki basamak arası bizim gibi kısa insanlara göre değil, buradan da Svanların iri yarı uzun boylu insanlar olduğunu anlayabiliriz. En üst katta üç sarhoş genç içiyordu. Bizim Türk olduğumuzu öğrenince “En büyük Fenerbahçe” tezahüratına başladılar. Sonra çatıya çıktık. Çatı aşağıdan görülenin aksine düz değil eğimliydi ve tahtalarla kaplanmıştı. Manzara çok güzeldi.
   Daha önce de belirttiğim gibi bu kuleler dış işgalcilere karşı değil, kendi iç düşmanlarına, kan davalılarına karşı yapılmıştı. Ortak düşmana karşı yapılsa, bütün dünyada olduğu gibi tek bir kale inşa ederler ve içinde topluca yaşar, kaleyi ortak olarak savunurlardı.
   Svanlar, kan davası gibi pek çok eski geleneği sürdürürler. 
Yukarı Svanetya bölgesinde 80 tanesi tahrip edilmiş 200’den fazla kule yer almaktadır.




Gece yarım ay tutulması vardı.

Mestia Üçüncü Gün:

 
   Sabah kahvaltımızı yaptık. Bugün yönümüz Uşguli köyü. Mestia’dan yaklaşık 45 kilometre uzakta Uşguli köyü bulunmaktadır. Bu köyün rakımı 2.200 metreyi buluyor. Uşguli, “Avrupa’nın sürekli ikamet edilen en yüksek köyü” olarak adlandırılır.

   Araçların günlük kiraları hakkında bir anlaşmazlık oldu. Araç başına 100 lari olarak anlaşmıştık, şimdi şoförler 200 lari istiyorlardı. Tartışmalardan sonra biz 200 lariyi kabul ettik, ancak Lela da otel odalarında fazladan gelen yük kadar indirim yaptı. Böylece anlaşmış olduk.
   Şoförlerimiz Maho ve Aleks, iki Svan genç, ikisi de neşeli konuşkan arkadaşlar. Ben Maho’nun olduğu araçtayım. Maho’yla güzel muhabbetimiz oldu. Bu işten başka işi olup olmadığını sordum. Yazın bu işi yaptığını kışınsa Tetnuldi dağında bir kış turizm kamp alanında restoranı olduğunu ve orada çalıştığını söyledi. Bir ara İspanya’da çalıştığını, ancak bu dağlar olmadan yapamayacağını anladığını ve geri döndüğünü çünkü kendisinin bir dağ köylüsü(Gornıy mujik) olduğunu söyledi.
   Bölgede Svan dışında kimse olmadığını, çalışmasının mümkün olmadığını söyledi.
 
“Bu dağlık köye erişebilmek için bir tarafı dağ, diğer tarafı nehre kadar inen sarp bir uçurum olan dar, tenha ve virajlı bir yoldan gittik. Uşguli’ye nihayet vardığımızda unutulmaz bir manzarayla karşılaştık. Ortaçağdan kalma gözcü kulelerinin etrafına öbek öbek evler kurulmuştu. Arkada ihtişamlı Şhara Dağı yükseliyordu. Dağın göz kamaştırıcı beyazlıktaki kar örtüsü gökyüzünün parlak mavisiyle güzel bir tezat oluşturuyordu.”


“Şhara Dağı 5.201 metre yüksekliğiyle Gürcistan’ın en yüksek dağıdır. Bu dağ, hemen hemen aynı yükseklikteki zirvelerden oluşan ve 12 kilometre genişliğinde bir duvar görünümünde olan Bezengi Dağlarının bir kısmıdır. Bezengi Dağları da yaklaşık 1.200 kilometre uzunluğundaki Büyük Kafkaslar’a aittir. Nereye baksak yemyeşil vadilerden oluşan nefes kesici bir manzara görüyorduk. Fakat macera düşkünleri ve Svaneti halkı dışındakiler için bu vadilere ulaşmak neredeyse imkânsız.”
   Araçlardan köyün yukarı kısmında indik. Manzara müthişti üzerinde iki adet buzulu bulunan, Şhara dağı bütün ihtişamıyla önümüzde durmaktaydı. Gözlemlere göre buzullar son iki yılda 350 metre geriye çekilmiş. Dağcılar için çok daha anlamlı bir andı. Çok uzaklarda olan sevdiğine kavuştuğun anlara benziyordu. Köyün üstünde yer alan küçük bir cafede çaylarımızı içtik ve manzaranın tadını çıkardık.

 

   Yine köyün üzerinde yapımı 12. yüzyıla kadar uzanan bir kilise bulunmaktadır. Kiliseyi gezdik.




 

Köyün içinde gezdik, hala yaşayan bir köy. İnsanlar normal günlük hayatın içinde. Çok fazla turistik değil ve bozulmamış. İnşallah böyle kalır.

Her tarafta dağcı gençler vardı. Tam bilmiyorum, ama Şhara dağına çıkan yollarda dağ yürüyüşleri yaptıklarını sanıyorum. Gördüğüm kadarı ile 5.000 lik bir dağa çıkacak ekipman yoktu yanlarında.



 


Bazı kule evler müzeye dönüştürülmüş 3-5 lariye bunları gezmek mümkün. İçerisinde pek fazla bir şey yok. O bölgede yaşayan insanlara ait geleneksel aletler, giysiler ve benzeri şeyler var. Biz Mariya teyzenin evine gittik. Tek tek bütün sergilenenleri anlattı. Kendi ailesine ait anı eşyalarını gösterdi. Çeşitli müzik enstrümanlarını çaldı. Çok güzel ev sahipliği yaptı. Ayda hanım çıkmadan alt kattaki kendi evine uğramış, ona peynir ikram etmiş. Ayda hanım öve öve bitiremedi.


 

Köyden ayrılmadan sevgili Volga ve Memduh’un evliliklerinin 13. yılını şampanya eşliğinde kutladık. Evliliklerinin 26 ncı, 39 uncu, 52 nci yıllarında da burada olmaya söz verdik. Tutabilir miyiz bilmem? Tekrar size ömür boyu mutluluklar diliyorum, güzel insanlar.




 

Bir bardak şampanyayı götüren bu teyzemin yüzü ne kadar tanıdık geliyor.


 

Yaklaşık beş saat kaldığımız Uşguli’den saat 15.00 de ayrıldık. Dönüş yolunda kaza yeri hala kalabalıktı. Kazazedeler hala bulunamamıştı. Daha aşağıdaki bir köprüde de suyu gözetleyen görevliler vardı.

Mestia’da dördüncü Gün

 
Kahvaltıdan sonra Aracımıza bindik ve yollara düştük. Hedef Mazeri vadisi ve sonunda shdugra (Şutugra) şelalesi. Avrupa’nın sayılı yüksek şelalelerinden birisi. Rusya sınırında şelalenin diğer tarafı Kabardin-Balkar özerk cumhuriyeti. Tabi ki önce Uşba dağına ulaşmak ve aşmak gerekiyor. Benim için daha da heyecanlı, bundan dört yıl önce tam ters taraftaki Terskol kasabasındaydım. Oradan Elbrus zirve tırmanışını gerçekleştirmiştik.
 
Mazeri vadisine kadar araçla gittik. Daha sonra yaklaşık gidiş dönüş 14 Km. olan şelale tırmanışına başladık. Güzel bir orman yolu ile şelaleye doğru çıkılıyor. Biz Ayda hanımla en arkadan yavaş yavaş dinlenerek yükseliyoruz. Manzara, doğa çok güzel.



 


Bir süre sonra sınır karakoluna ulaştık. Karakolda bir mola verdik. Dinlendik. Buz gibi sular içtik ve şişelerimizi doldurduk. Askerlere çay şeker gibi bir hediye getirmediğimize pişman olduk. Fotoğraf çekip çekemeyeceğimizi askerlere sorduğumuzda neden olmasın dediler. Karakolda çok güzel atlar vardı.
 



Daha sonra biraz daha dik bir tırmanışla şelalenin sol yamacına tırmandık. Şelale karşıdan daha ihtişamlıydı. Yakınına gelince, suyun kanyona döküldüğünü gördük. Suyun aşağıda patlayışı görülmüyordu.


 



    Biraz dinlendikten sonra arkadaşlar dönüşe geçti. 


   Biz Memduh beyle anlaştık. Şelalenin küçük kolunun sağına geçtik, yağmurluklarımızı giydik ve şelalenin döküldüğü yere kadar yaklaştık. Yerler çamurdu. Yağmur gibi su yağıyordu. Yağmurluğun kanatları rüzgârdan uçuşuyordu. Çok müthiş bir andı. Yaratıcının kudretini duymak isteyenler için müthiş bir andı. İnsanın ruhunu temizleyen bir fırtınaydı. Yönümü şelaleden ters tarafa Mazeri vadisine döndüm ve ruhumdakileri içimdeki sesleri haykırdım. Kendi sesimi bile duymam mümkün değildi. Ancak eminim duyması gereken duymuştur. Her yolun ve yolculuğun siz bilmeseniz de bir amacı vardır. O an geldiğinde bunu hissedersiniz.Benim yedi günlük yolculuğumun amacı bu andı.




Sonra aynı yolu takip ederek aracımızın yanına döndük.





Aracın bulunduğu yerde artık isimlerini ezberlemekten bıktığım bir çayın kenarında oturduk, çoraplarımızı çıkardık ve ayaklarımızı buz gibi suya soktuk. Sıkıysa 10 dakikadan fazla tutun.

 

Karpuz, peynir ekmeğimizi yedik. Ne kişniş ne bilmem ne. Mis gibi Anadolu yemeği.



 Karnımızı doyurduktan sonra Mestia’ya döndük ve otele gitmeden Svaneti müzesine gittik. Güzel bir bina, ancak geliştirilmeye ihtiyacı var.




Gece saat 01.00 gibi Suna hanımın cüzdanının kaybolduğunu öğrendik. Bize ulaşmaya çalışmışlar, becerememişler. Gece otele dönünce öğrendik. Suna hanımı da aldık. Karakola gittik. 1.80 boylarında bir komiser koltuğa yarı uzanmış ayaklarını ileri doğru uzatmış bize sorular soruyor, biz de cevaplıyorduk. Nerede kaybolduğunu düşünüyorsunuz dedi. Müzede parayı ödedikten sonra bankoda unutmuş olabileceğimizi söyledik. Müzeye gittiniz mi? Hayır. Telefon ettiniz mi? Hayır. Bu saate kadar niçin beklediniz? Kartları iptal ettirmek için bankalara telefon etmiş. Müzeye telefon edin sorun. Sizin telefon etmeniz mümkün mü? Biraz duraklama. Sonra, size bir araç ve iki polis veriyorum. Müzeye gidin kendiniz arayın.
   Araca bindik, müzeye gittik. Görevliyi baya bir kapı yumruklayarak uyandırdık. Polis daha kadın burada cüzdan unutmuş, der demez. Görevli evet burada dedi. Polis içindekileri tek tek suna hanıma göstererek teslim etti. Eksik var mı? Yok.
   Tekrar araca bindik. Karakola geldik. Komiser hala aynı pozisyonda idi. Teşekkür ettik, Elini sıktık ve ayrıldık.
   Ne evrak, ne doküman, ne kayıt, ne kuyut. Adam problemi 15 dakikada çözdü. Gözünü seveyim memleketimin bürokrasisinin.

Akşamdan otele ödemelerimizi yaptık, Lela ile seneye inşallah görüşmek üzere vedalaştık. Ertesi Sabah kalktık ve Kutaisi’ye gitmek üzere yola çıktık.
   Kutaisi ile ilgili çok fazla bir anım yok.
   Tekrar gelirsem o zaman kutaisi’yi anlatırım.
Bir gece Kutaisi, bir gece Çamlıhemşinde kaldıktan sonra ertesi gün Ardeşen’den başlayan otobüs yolculuğum 23 saat sonra İzmir’de bitti.

Lermontov'un ünlü romanı "Çağımızın Bir kahramanı" şu cümle ile başlar; "Yarısına kadar dolu olan, küçük yaysız arabamın tek yükü,  Gürcistan yolculuğumla ilgili anılarım...."

Ben küçük yaylı bir araba ile değil, bir minübüsle Türkiye'ye döndüm ve gerçekten de anılarım dışında yanıma hiç bir şey almadım.

Lermontov'un Kafkas adlı şiirinden bir alıntı ile bitirelim.
"Kafkasları sonsuza dek hatırlamak için,  bir kez görmek gerekir.

Başka bir macerada buluşmak üzere.








Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bu Sefer Lviv Dedik

Malzeme Kontrol Çizelgesi

Medea Heykeli